Yunanistan'a nasıl gidilir; uçakla, otobüsle? Peki ya dolmuşa ne dersiniz? "Kaptan bir Atina alır mısın?"
Artık daha iyi anlıyorum ki; bir yere gitmeden önce çeşitli araştırmalar yapmadan duramıyorum.
Bu kimi zaman bir şehri araştırmak oluyor, kimi zaman akşam gideceğim cafeyi ya da restoranı...
Gideceğim oyun, seyredeceğim film, liste uzayıp gidiyor. İyi mi yapıyorum, kötü mü yapıyorum tartışılır tabi. Ama engel olamadığım bir gerçek.
Yunanistan'a da gitmeden önce; daha önce giden arkadaşlarımla konuşarak, internette gidenlerin yorumlarını sayfalarca araştırarak ve notlar alarak, haritaları inceleyerek yaptığım araştırma geliştirme çalışmaları sonucunda edindiğim birçok kazanım oldu. Öğrendiklerimden biri de sınır ilçelerinde oturanların kendi araçlarıyla iş dolayısıyla sık sık sınırı geçmelerini ticarete döktükleri oldu.
Nasıl mı? Araç sahibi sizi veya ailenizi evinizden alıyor ve gitmek istediğiniz Dedeağaç, Gümülcine, İskeçe gibi sınıra yakın kasabaya belli bir ücret karşılığında götürüyor. Böylece bu durum kendi aracıyla gitmek istemeyenler için bir kolaylık ve iş dolayısıyla bu yolu kullananlar için de bir ticaret kapısı oluyor. Siz de kendi aracınızla gider gibi gitmek istiyorsanız ve araç ile ilgili sınır işlemlerini yaptırmak istemiyorsanız bu yolu kullanabiliyorsunuz.
Genelde de sınırda akrabaları olanlar bu yolu kullanıyor. Bu ihtimali daha önce Yunanistan'a gitmiş çok sevdiğim bir arkadaşımla paylaştığımda ( ki bu yolla sınırdaki akrabalarına gidip gelen kişilerle birebir diyalogum olmasına rağmen) "İyi o zaman Unkapanı'ndaki sarı dolmuşlara binip Yunanistan'a gidelim " diyerek kahkahayla gülüşü hâlâ aklımda... Bu konu geçen süre zarfında o kadar çok konuşulmuştu ki gittiğim tur firmasının da sarı dolmuştan pek de farkı olmayan bir aracıyla karşılaşmam içten içe gülme sırasının bana geldiğini gösterir gibiydi. İşte dolmuş ile Yunanistan'a gitmek böyle oldu.
İstanbul'dan çıkmamız ve İpsala sınırı kapısını geçmemiz 270 km yaklaşık 3-4 saat sürdü. Sınırda işlemlerle ilgili çok fazla zorlukla karşılaşmadık. Genelde de işlemleriniz tamam ise çok sıkıntı yaşanmadığını duymuştum. Sınırda yaşanan ufask tefek sıkıntıları da da ouzo veya birkaç içki satın almakla çözüyorsunuz gibi gözüküyordu. Sınırı 45 km geçtikten sonra Alexandroupolis (Dedeağaç) geliyor, onu Komotini (Gümülcine), Xanthi (İskeçe), Kavala takip ediyor. Bizim ise ilk durağımız Thessaloniki (Selanik) oldu. Ardından Larissa, Kalambaka ( Meteora ), Lamia gelmesine rağmen bu yolu takip ederek ikinci durağımız Athens (Atina), Pireas (Pire), Korinthos (Korint Boğazı) ve dönüşte uğramadığımız sınır şehirlerine de giderek yolculuğumuzu tamamladık.
Selanik
Eğer önce Selanik'e gelmeyi planlıyorsanız, gece çıktığınız yolculukta yolun büyük bir bölümünü alarak 625 km sonra öğle saatlerinde Selanik'e varıyorsunuz.
Yunanistan'da yol alırken ilk dikkatinizi çeken, daha sınırda başlayıp mütemadiyen karşınıza çıkan yol kenarlarındaki küçük kilisecikler oluyor. Bunların o yol üzerinde kaza geçip ölenlerin anısına yapılmış kilisecikler-mabetler olduğunu öğrendiğimizde ilginç bulmuştuk.
Selanik'e vardığımızda ilk önce Yunanistan'ın en büyük katedrali olan Aya Dimitros'u ve ardından Atatürk'ün evini gezdik. Aslında Atatürk'ün çocukluğuna dair herhangi bir şey görmek maalesef mümkün değil çocukluk yıllarının geçtiği bu evde. Buradaki eserlerin çoğu Dolmabahçe Sarayı'ndan Selanik'e getirilmiş. 3 katlı evin bahçesi de kendisi gibi oldukça şirin, evin hemen yanında da Türk Konsolosluğu bulunuyor.Buradaki görevliler de geldiğinizi görünce size eşlik ediyor. Sohbet başlıyor.
Sahile indiğinizde ise aslında bir şehri başka bir şehre benzetmek dediğinizde
Selanik = İzmir gibi bir eşleştirmeyi kolaylıkla yapıyorsunuz. Sahilde Beyaz Kule, Döner Kule ve Büyük İskender heykeli ve arkasında arkeoloji müzesini görebiliyorsunuz. Thessaloniki Büyük İskenderi'in kız kardeşinin ismi aynı zamanda yani şehre kız kardeşinin adını veriyor İskender.
Sahilde yine Yunanistan'ın meşhur içeceği frappe içebilirsiniz. Yemek olarak da deniz ürünleri ve salatadan başka bir şey yemeğe gerek yok. Özellikle kalamarlar lezzetli. Ortalama bir fiyat ödeyerek sahildeki restaurantlarda yemek yiyebiliyorsunuz. Tatlı, dondurma ve kurabiyeleri de oldukça güzel, pastanecilik oldukça gelişmiş.
Yine dikkatinizi çeken noktalardan biri de çevrede çok fazla insanla karşılaşmamanız oluyor. Ancak gördüğünüz insanların da bakımlı ve zayıf olduklarını söylemeden geçmemek gerek. Tenhalığın nedeninin yaz aylarında daha çok adalara gidildiğinden kaynaklandığını öğreniyoruz. Haklı da sayılırlar. Başka bir nedeninin de siestaya önem verdiklerinden olduğunu düşünüyorum. Bankalar öğle saatlerinde kapanıyor, hatta 19:00'dan sonra isteyenler dükkanlarını açıyorlar. Yunanistan ekonomisinin neden bu durumda olduğunu anlamak hiç de zor değil...
Atina
Selanik'te bir gün konakladıktan sonra sabah yola çıkıyor ve Atina'ya 470 km sonra ulaşıyoruz. Atina, 3000 yıllık geçmişiyle tarihin birçok dönemine tanıklık etmiş bir kent. Siz de şehirde tarihi dokunun yoğun olduğunu görmeyi hayal ediyorsanız yanılıyorsunuz. Şehirleşmenin ve yapılaşmanın yoğun olduğu bir kent olarak karşınıza çıkıyor Atina. Özellikle Akropolis'e çıkıp şehre doğru baktığınızda bunu daha yoğun hissediyorsunuz.
Atina'da şehrin genel dokusun görmek adına birbirini takip eder şekilde bulunan Agora, Zeus Tapınağı, Parlemento Binası, Syntagma - Omonia Meydanları, Cumhurbaşkanlığı Sarayı, Başbakanlık Konutu, Tarihi Olimpiyat Stadyumu, Ulusal Galeri, Ulusal Kütüphane ve Akademi geçmişi görebildiğiniz başlıca yerler arasında yer alıyor.
Parlemento binası önünde evzon askerlerin törenini çoğu turist gibi biz de izliyoruz. Kıyafetler oldukça ilginç, asker kıyafeti olarak farklı gelebiliyor.
Atina'da yine turistlerin ilgi odağı bölgelerden biri de Plaka oluyor. Plaka'da çok uygun fiyatlara hediyelik eşya alabilir, akşamları da tavernalara katılabilirsiniz. Taverna aslında pek de bizim düşündüğümüz gibi değil. Restaurantlara taverna deniliyor. Kimilerinde tabi ki canlı müzikler oluyor. Tabak kırma gibi bir sahne bekliyorsanız bunun için düzenlenen gecelere katılmanız gerekiyor. Ancak bu tip yerler çok fazla değil ve de çoğunlukla kapalı mekanlarda.
Yaz aylarında gittiyseniz bu tip bir gösteri izlemek yerine tavsiyem geleneksel danslarını izleyebileceğiniz, yunan ezgilerini dinleyebileceğiniz ve yemek yiyebileceğiniz yerlere gitmek. Hatta siz de danslarına katılıp ki çok benzer figürler ile dans da edebiliyorsunuz. Tıp ki danslar gibi yemeklerinde çok benzer olduğunu görmek mümkün ; cacıkı, pilavi gibi isimlerle karşılaşıyorsunuz. İngilizceden ziyade Türkçe konuşarak anlaşmak veya anlamak daha kolay. Neredeyse tabelalardaki yazılar ve konuşulan dil farklı olmasa kendinizi Beyoğlu'nda gibi hissetmeniz mümkün yine şehrin en renkli bölgesi olan Plaka'da.
Özellikle akşamları yemek yenecek güzel yerlerden biri de Pire Limanı. Pire limanında balık yiyebilir ve kıyı restaurantlarında güzel bir akşam geçirebilirsiniz. Restaurantlar birbirinden güzel ama yemek yemek ve deniz ulaşımı dışında limanda fazla bir şey yapmak mümkün değil. Gece yemek, gündüz ise ulaşım konusunda Pire'de olmak ideal. Pire limanından Yunan adalarına da geçmek mümkün. Aslında kendi rotanızı çizerek de Yunanistan'a gitmek oldukça kolay. Başka bir sefer de karadan Atina'ya geçip Pire Limanı'ndan Yunan Adaları'na gitmek ve oradan Kuşadası ile Türkiye'ye dönmek gibi bir fikri uygulama planları yapabilirsiniz. Özellikle bu yolla adaları görmek çok daha uygun bir fiyata size mal olabiliyor. Bu fikri başka bir sefere uygulamak üzere Pire'den ayrılıyorum.
Yunanistan'a geldiğinizde Korint Kanalı da görülmesi gereken yerler arasında yer alıyor. Kanal dünyanın ilk kanalı olma özelliğine sahip. 1881- 1893 yıllarında yapılmış ve gemi geçişiyle faaliyetine başlamış. Uzunluğu 6,3 m, genişliği 25 m, derinliği 52 m ve su derinliği ise 8 m olan bu kanal Ege ve Adriyatik denizini birbirine bağlıyor ve 400 km kadar yolu kısalttığı söyleniyor.
Korent kanalı
Aynı zamanda Mora yarım adasına da bu yolla geçilebiliyor. Özellikle iki kara parçası arasında bağlantı sağlayan tahta köprü kanalın ilgi çeken bir başka noktası. Tahtadan yapılan köprü gemilerin geçişinden sonra denizin yüzeyine çıkıyor ve böylece aracınızla veya yürüyerek tahta bu köprü üzerinden karşıya geçiyorsunuz. Fikir oldukça güzel. Kanal içinden geçiş yapan gemiler ise bu boğazı biraz maliyetli geçiyorlar. Özellikle şık kotraların suda süzülüşünü bu tahta köprü açılmadan izlemek mümkün.
Turistik bir bölge olduğu için yine bu bölgede çeşitli hediyelik eşyalar bulabiliyorsunuz. Özellikle ponponlu patikler çok hoş. Daha sonra bulurum diye o esnada almadım ama pişman da oldum. Yöreye özgü çok fazla bir şey bulunamadığından bence alınmalı. Çünkü alabileceğiniz çok fazla ve farklı bir şey yok Yunanistan'da.
Dükkanlarda Türkçe bilen yaşlı dükkan sahipleri sizinle sohbet ediyor. Hatta oturup size hikayelerini, dostluklarını bile anlatıyorlar. Türk olduğumuzu söylediğimizde rahatsız edici bir durumla karşılaşmadık. Hatta gülümseyen yüzleri gördüğümüzü söyleyebilirim
. Bunun yanı sıra, Kalambaka'da Manastırlarda dönemi resmeden tablolarda kapıdaki Osmanlı askerini ve içerideki esir Ortodoks rahipleri ve Kavala'nın girişindeki Kıbrıs haritasının KKTC kısmını kanlar içinde gösteren tabelada çok hoş hisler beslenmediğini de görmek mümkün.
Kalambaka (Meteora)
2 günlük Atina gezisi şehri genel olarak tanımak için yeterli. Sabah Atina'dan çıkıp yavaş yavaş dönüş yoluna düşmüşken Kalambaka (Meteora) bölgesini geziyoruz. Atina'dan 100 km sonra bu bölgeye varıyorsunuz. Kesinlikle görülmesi gerek bir yer. Atina'dan sonra en çok ziyaret edilen bölge olarak söyleniyor Kalambaka.
Manastırların, 300 m yükseklikte kayaların üzerine yapılmış olması ve 14.yy imkanlarıyla file asansörlerle inşa edilmesi de sizi hayrete düşürüyor. Bu yapıların Unesco Dünya Kültür Mirasları arasında yer almasına şaşırmamak gerek. Hatta genel olarak böyle bir bölgenin varlığından haberdar olmayan çok fazla kişi var.
Toplamda 24 manastırların 6'sı ziyarete açık ve hala burada yaşamını sürdüren ortodokslar var. Bu manastırların zamanında çile çekmek, dünyadan uzak kalmak vb. düşüncelerle keşişler tarafından yapıldığını düşünürseniz amaçlarına ulaşmış olduklarına inanmamak elde değil. Son 30 yıldır yoğun olarak ziyaret edilen bu bölgedeki manastırlara ulaşmak için virajlı ve adından da anlaşıldığı gibi "meteora-gökyüzüne asılı" bir bölgeye doğru yol alıyorsunuz. Bu 6 manastır içinde Megola gezilebilen en büyük manastır.
Girişte eğer şort vb. bir şey giydiyseniz ve askılı bir thsırt varsa üzerinizde size bir etek ve bluz veriyorlar. Aksi takdirde manastırı gezemiyorsunuz. Bu uygulama ilk başta ilginç gelse de üzerinize girişteki kıyafetleri giyip manastırı gezmeye başlamaya can atıyorsunuz. İçeride o zamanın koşullarını görmek mümkün. Kiler, yemekhane, mutfak, hatta orada yaşayıp yine yaşamı orada son bulan rahiplerin kafataslarını görmek de mümkün.
Megola'nın dışındaki diğer manastırlar ise Varlaam (Rahibeler yaşıyor), St. Stephanos, St.Triada, St. Nikolaos Anapafsa ve Rausanou. Halen neredeyse amishler gibi çağın getirdiklerini kullanmayarak yaşamını sürdüren rahiplerin orada hemen yanı başınızda olduğunu bilmek hayatı bir kez daha düşünmenizi sağlıyor.
Kavala
Kalambaka'dan yola çıkıp artık dönüş yolunda son duraklarımızdan biri olan Kavala'ya vardığımızda saat oldukça geçti.
Akşam yemeği için geç bir saat olsa da ege yemeklerini yiyebileceğiniz hatta damak tadınıza balık dışında da bir şeylerin uyduğunu ve artık Türkiye'ye yaklaştığınızı anlamanızı sağlayan zengin yemek çeşitliliği sizi karşılıyor.
Geç de olsa kendinizi tutamıyorsunuz. Yediğimiz en taze, güzel ve uygun yemekler kesinlikle buradaydı. Sahildeki lokantaların çoğu için bu durumun geçerli olduğu söylenebilir. Yemeklerden bahsetmişken isminin farklı söylemleri olsa da kavala kurabiyesini tatmadıysanız kesinlikle denemelisiniz ve dönüş için almalısınız. Edirne hatta İstanbul'da da bu güzel kurabiyelerden almaya devam edebilirsiniz.
Kavala, sabah saatlerinde güzel bir ege kasabası görüntüsüyle sizi karşılıyor. Kavala denilince akla gelenler arasında Kavalalı Mehmet Ali Paşa oluyor. Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın doğduğu ve tarihte adını sık sık duyduğumuz Mehmet Ali Paşa'nın yaşadığı konak şimdilerde otel olarak işletiliyor ve manzarası ile görülebilecek yerler arasında yer alıyor.
Kavala, berrak ve temiz bir denize sahip, sırf bunun için bile buraya gelinebilir. Ancak aynı şeyi Atina'nın mavi bayraklı! denizi için söylemek pek de mümkün değil. Türkiye'den bu bölgeye daha çok tatil amaçlı geliniyor. Aynı zamanda Kavala; Dedeağaç, Gümülcine ve İskeçe içinde en gelişmişi ve güzeliydi bence.
Dedeağaç, Gümülcine ve İskeçe'yi çok fazla gezemesek de Türkiye'den izlerin çok yoğun olduğunu görüyorsunuz. Hatta sınırdaki akrabalar daha çok bu bölgelerde olduğundan ziyaret edilen bölgeler arasında yer alıyor. Sokaklarda bol bol Türkçe konuşan insanların yoğun bir şekilde bu şehirlerde yaşadıklarını görmek sizin de artık yolculuğunuzun bittiğinin göstergesi oluyor.
Yeni yerlerde buluşmak dileğiyle…
Beyza Tiryaki , SABAH
**********
YUNANİSTAN
Yıl 1991, aylardan Temmuz ve biz yine düştük yollara. Bu defa İstanbul’ dan araba ile yola çıkarak Yunanistan seyahati yapacağız. Sanırım o zamanlar tur şirketlerinden Yunanistan’ a tur yapan yoktu. Hedefimiz tüm Yunanistan’ ı kuzeyden güneye gezdikten sonra, Pire üzerinden Yunan adalarına geçip, adaları dolaşmak ve en yakın adalardan birinden Türkiye’ ye giriş yapmak suretiyle geri dönmekti.
Aile büyüklerinin; ne işiniz var Yunanistan’ da, hem de Türk plakalı araba ile, başka ülkemi kalmadı, tehlikelidir şimdi oralar, ” gitmeyin çocuğum” ısrarlarını duymazdan geldik, iyiki de öyle yapmışız.
Yunanistan ve Yunan adaları gezi planımızı süper güzel geçirdiğimiz bu tatilimiz ile gerçekleştirdik. Aile büyüklerimize hak verdirecek milliyetçi Yunan vatandaşları tarafından kovalandığımız, kovulduğumuz, dolayısıyla tırstığımız bir kaç maceramız (tıklayınız) ! dahil
Sırasıyla Alexandroupolis ( Dedeağaç ), Komotini ( Gümülcine ), Xanthi ( İskeçe ), Kavala, Thessaloniki ( Selanik ), Larissa, Kalambaka ( Meteora ), Lamia, Athens ( Atina ), Pireas ( Pire ) , Korinthos ( Korint Boğazı ) ve Pire üzerinden gemi ile Andros, Tinos, Mykonos, Naxos, Santorini, son olarak Samos adası ve Kuşadasından Türkiye’ ye giriş….
Eğer bir haftalık bir tatil programı yaptıysanız ki bu cumartesi yola çıkış, cumartesi ya da pazar dönüş ( biz genellikle son dakikaya kadar kullanıp pazar akşam döneriz ) şeklinde olduğunda 8 günlük bir program oluyor. Amacınız uzun uzun her şehirde konaklayarak bir tatil yapmaksa Yunanistan’ ı rahatça gezebilirsiniz.
Bunun yanısıra Yunanistan’ a en yakın tarafta olan birkaç Yunan adasını gezip, Türkiye’ ye yine adalar yolu ile giriş yapın derim, çünkü ring yapıp adalar üzerinden giriş yapmak, tekrar İpsala üzerinden dönmek zorunda olmamak, çok daha keyifli oluyor.
İpsala’ dan çıktıktan sonraki Selanik dahil ilk beş şehri 2 gün içinde gezebilirsiniz ama esas Yunanistan’ da en görülmeye değer yer bence Meteora bölgesi. Mutlaka görülmeli ve minumum 1 gece Meteora’ da konaklamalısınız, çok etkileyici.
Atina, Pire ve Korint Boğazını da görmek için 2 gece 3 gün ayırıp, Pire’ den Mikanos adasına geçebilir ve Yunanistan’ a en yakın 2-3 adayı da bu sayede rahatlıkla gezebilirsiniz.
Biz tercihimizi daha çok Yunan adası görmek yönünde kullandığımızdan, Yunanistan’ ın Mora yarımadası olarak bildiğimiz Peloponnese bölgesini görmedik
DEDEAĞAÇ, GÜMÜLCİNE, İSKEÇE, KAVALA
Evet bir cumartesi sabahı saat 06:00 gibi erken bir saatte, bu sefer 4 kişilik bir kadro ve İstanbul plakalı arabamız ile yine düştük yollara.
İstanbul-İpsala 267 km, İpsala gümrüğünden sabah saat 09:00 gibi çıkış yaptık. 43 km sonra Türk sınırına en yakın ilk şehir olan Aleksandroupolis yani Dedeağaç’ a vardık. İşte Yunanistandayız, gümrük vs işlemleri ile uğraşmaz ve sıra beklemezseniz İstanbul’dan yola çıkanlar için söylüyorum, 3-4 saatte Yunanistan’ a girebiliyorsunuz.
Dedeağaç çok eski, küçük bir şehir. Her yanda Osmanlı izleri var. Denize kıyısı olan bu şehir Türkiye’ deki tatil kasabaları benzeri bir liman kenti.
Sınırdan çıktıktan yarım saat sonra ulaştığımız bu şehirde Türkiye’ nin dışında olduğunuzu hissetmiyorsunuz. Halkı aynı biz Türklere benziyor. Yol boyunca ibadet için konulmuş haç’ lı küçük dua yerlerini görmesek hala Türkiye’deyiz diyeceğiz, hiç fark yok. Bu ibadet yerleri yol üzerinde kaza geçirenlerip ölenlerin anısına dua amacıyla yapılmış.
Köyler, insanlar, sokaklarda oynayan çocuklar, yollar, pazar yerleri, bakkallar hep aynı. Zaten nüfusun % 25 ‘ e yakını Türk. Dedeağaç’ta çok sayıda otel ve pansiyon, kıyı şeridinde ve limanda ise çok sayıda balık lokantası var.
Dedeağaçtan sonra Komotini (Gümülcine) ve Xanthi (İskeçe)’ den geçtik, geçtik diyorum çünkü ilk gün buralarda konaklamayıp, sadece sokaklarında gezip Kavala’ ya kadar gittik.
Dedeağaç, Gümülcine, İskeçe, Kavala bu dört şehir de Türk / Osmanlı izleri taşıyan, güzel, temiz, insana sıcak gelen şehirler. Bu ilk 3 şehirde konaklamadığım, uzun soluklu kalmadığım bu sebeple de çok bilgi sahibi olmadığım için fazla birşey yazmak istemiyorum. Tek söyleyebileceğim, hepsinin Türk şehirlerinden pek farklı olmadıkları.
Akşam saatlerine doğru Kavala’ ya ulaştık, Kavala da küçük ve güzel bir sahil şehri.
Dedeağaç, Gümülcine, İskeçe arasında en çok Kavala’ yı beğendim, diğerlerine göre daha bakımlı bir şehir. Sokaklarda dolaşan, parklarda oturan eli tesbihli yaşlı dedeler, Osmanlı tarzı cumbalı evler bize çok tanıdık geliyor. Kavala’ nın sokaklarında gezdikçe insanı hüzünlendiren bir havası var. Şehirde birçok Osmanlı eseri var, ama çoğu harap halde.
Çoğu Karaman bölgesinden gelen pek çok Rum buraya yerleşmiş, Türkçe konuştuğumuzu duyduklarında hemen sevinçle yanaşıp bizimle Türkçe konuşuyorlar. Bu şehirlerde dükkan sahibi esnaf daha çok mübadillerden oluşuyor. Bu sebeple çoğu çok iyi Türkçe biliyor ve sizinle uzun uzun sohbet etmek istiyorlar.
Kavala’ da 1 gece konaklayıp, Kavala kalesini, Mısırlı Mehmet Ali Paşa’ nın konağını ve Osmanlı izlerini taşıyan sokaklarını gezdik.
Kavala’ yı çok beğendik ancak, Kavala şehri girişindeki ilin nüfus vs bilgilerini veren şehir tabelesının üzerinde asılmış, şehir girişindeki dev Kıbrıs haritasını gösteren tabela içimizi ürpertti. Gözlerimize inanamadık. Haritada Kıbrıs Türk kesimi kırmızıya boyanmış, en uç kısımdaki Türk tarafına ait bölümden kan damlıyor. Bu , resmi bir şehir belediyesi tabelası. Şimdi bizim halimizi bir düşünün, zaten aile büyükleri yola çıkarken yeterince korkutmuş bizi, güle oynaya Türk plakası ile girmişiz Yunanistan’a, yıl henüz 1991, rahmetli İsmail Cem- Yorgo Papandreu ile Sisam adasında sırtaki bile yapmamış daha. Neyse, Yunanistan içinde ilerledikçe Selanik, Atina vs. tüm şehir girişlerinde aynı tabelayı gördükçe alışıyor insan!
Kavala’ dan sonra Selaniğe gidiyoruz.
Selanik’ de sıradan bir sahil şehri. Her Selaniği gezen Türk gibi, biz de İzmir’ e çok benzer buluyoruz Selaniği. Aynı bizdeki gibi ruhsuz apartmanlar dizisi sarmış sahili ve şehri, aralara serpiştirilmiş halde, belli ki eskilerden kalmış konaklar kurtarıyor tekdüzeliği. Doğal olarak önce Atatürk evini, sonra türk mahallesini geziyoruz.
Selanikte de Kavala’ daki gibi birçok Osmanlı eseri var, ama bunlarında çoğu harap halde ya da çevresi çevrilmiş ve kapalı. Birkaç tane hamam ve birçok cami var ama hepsi kapalı.
Genel olarak Selanik de tekrar bir tur attık, sahilde dolaştık, Beyaz Kule’ yi gezdik, Beyaz kule’nin arkasından sonra yeni şehir başlıyor.
Sahilden yeni şehre doğru yürümeye devam ettik. Az ileride şaha kalkmış atının üstündeki Büyük İskender’in dev bir heykeli var. İskender şehri kurup kızkardeşinin ismini vermiş(Thessaloniki). Heykelin arkasında meşhur arkeoloji müzesi var. Evet artık yavaş yavaş Selanik’ den ayrılma vakti geldiğine karar kıldık.
Şimdi Yunanistan’ da en çok merak ettiğimiz yer olan METEORA’ ya doğru yola çıkıyoruz. Meteora’ yı size ayrı bir başlık altında ayrıca anlatıyorum.
Şimdi Meteora’ dan sonra gittiğimiz Atina’ da neler yaptığımızı anlatmak istiyorum.
ATİNA
Atina’ ya girdiğimizde ilk dikkatimizi çeken vespa çılgınlığı oldu. Genç kızlar, erkekler, yaşlılar yani herkesin altında bir vespa, trafik ışıklarına geldiğinizde ön sıra yan yana dizilmiş onlarca vespa sürücüleri ilk saflarda yer alıyor hep. Sokaklarda, trafik ışıklarında durduğunuzda sağınızda, solunuzda hep vespacılar. Hepsi rengarenk.
Biz gittiğimizde maalesef Atina’ da çöp işleri konusunda çalışanların grevi varmış, sokaklar birikmiş çöp dağları doluydu. Yani Atina bizi kirli bir şehir olarak karşıladı. Atina’ nın çok düzenli bir şehir olduğu, halkının kurallara uyduğu söylenemez. Arabalar gelişigüzel yollara park etmiş, trafikte diğer arabaya saygı diye bir yaklaşımla çıkmamış Atina’ lılar trafiğe.
Atina’ da öncelikle gidilecek olan Likavitos tepesine çıktığınızda caddelerin çizgi halinde düzgün planlanmış olduğunu görüyorsunuz. Tepeden şehri seyrettiğinde çok güzelmiş Atina diyemiyor insan, ben diyemedim açıkçası.
Çok fazla beklentim vardı belki Atina için. En azından 3000 yıllık bir tarihe sahip, üstelik tanrılar şehri, ayrıca adını savaş tanrıçası Athena’ dan almış bir şehir. Atina’ yı her köşesinde bir tarihi eser ile karşılaşacağım, Roma gibi tarihle harmanlanmış, havada tarih kokusu olan bir şehir diye düşünüyordum, ama hayal kırıklığına uğradım. Ben o hissi alamadım. Sanırım Atina’ lıların tarihin yanında kurmuş olduğu çirkin betonlaşma buna sebep oluyor.
Likavitos tepesinden bakınca önemli bir konuya daha dikkat ediyor insan, Atina kıyısını Pire’ ye kaptırmış bir şehir. Deniz kıyısında ama denize kıyısı olmayan, deniz kokmayan, karada bir şehir. Atina’ lılar denizi ancak şehirlerinin tepelerine çıktıklarında, uzaktan görebiliyorlar. Ya da Pire’ ye gitmeleri gerekiyor.
Atina’ da öncelikle Akropolis’ i gezdik, etkileyici. Ayrıca Dionysos tiyatrosu, Antik Agora, Zeus Tapınağı, Parlemonto Binası peşpeşe gezebileceğiniz yerler.
Evzon Askerlerinin ( gereksiz) gösterisini de izlemek adetten olmuş, gitmişken bakıyor insan, ponponlu ayakkabılarını yere vura vura sert asker havası vermeye ( ponponlu ayakkabıyla ne kadar olursa ) çalışarak ritüellerini tamamlıyorlar. Tören bittiğinde dağılan turistler arasında olmak, insana eee bu mudur dedirtiyor.
Gündüz gezilecek yukarıda belirttiğim belli başlı yerleri gezdikten sonra akşam Atina’ nın Beyoğlu’ su denebilecek Plaka bölgesine gidiyoruz, yemekler belli : caciki, pilaki, yalançi dolma, kadayifi, ama sadece öz be öz greek salad! Doğal olarak biz sırtaki yapmadık, ancak Plaka tam bir taverna bölgesi, her kapı arkasından sırtaki sesleri yükseliyordu.
Ancak gündüz gittiğimizde Plaka bölgesindeki bir dükkandan da Türk olduğumuzu anladıklarında bizi ” Konstantinapol bizim”, kanımız yerde kalmayacak şeklinde de kovdukları oldu. ( Bkz. Başımıza gelenler kategorisi )
Ertesi gün tekrar Atina sokaklarında gezdik, bu defa meşhur meydanlarında dolaştık, Syntogma Meydanı, Omonia Meydanı, Kolonaki ve Monastiraki Meydanlarında dolaştık.
Genel olarak Atina cadde ve sokaklarında arabamızla dolaştık, yoğun vespa trafiğinde yolumuzu şaşırdığımızda camı açıp kime soru sorsak, cevap almadan önce soru sorduğumuz kişilerin sorusuna cevap vermek zorunda kalıyorduk.
” Where are you from ” Nereden geliyorsunuz ? Nerelisiniz ? İnanamayacaksınız ama, Türküz, Türkiye’ den geliyoruz dediğimizde cevap vermeden, yardım etmeden basıp gidenler bile oldu, biz de inanamadık onlara bu yaptıklarından dolayı, bu nasıl misafirperverlik diye. Ama herşey bir yana, bütün Yunanistan’ da karşılaştığımız bir konu var ki, bir soru sorduğunuzda, istisnasız tüm Yunanlılar önce nereden geliyorsunuz diye soruyorlar, sonra cevabınıza göre yardımcı oluyorlar.
Atina’ dan ayrılıp Corinth Boğazını görmeye gidiyoruz. Muhteşem bir yer, sonradan yapılmış, yapay bir kanal, ama çok etkileyici. Corinth boğazının yapımına MÖ 600 yıllarında başlanmış, MS 1893′ de ise gemilerin geçişine açılmış. Corinth Boğazı 6,5 km uzunluğunda, yüksekliği ise 52 mt.
Buradan Pire’ ye geçiyoruz, Pire büyük bir liman, bizdeki ( İstanbul ) Karaköy limanına benziyor, ama daha büyük, bir sürü gemi, tekne limana yanaşmış. Pire’ye Turko limanı da diyorlar. Güzel bir yer, ama sadece o kadar.
Biz Pire’ den Yunan adalarına geçme hevesinde olduğumuzdan önce Pire’ ye fazla ilgi göstermedik, gemi biletlerimizi aldıktan sonra rahatladık ve şöyle bir Pire’ yi keşfedelim dedik, ama fazla yanılmamışız. Pire için yanyana lokantalar ve gemi seyahat acentalarının sizi kolunuzdan çekiştirip gemi bileti almanız için iknaya çalıştığı bir liman şehri hayal etmeniz yeterli sanırım. Hayalim deki Pire’yi bulamasamda, Pire şehri diye düşlediğim yeri görmek beni mutlu etti.
Pire’ den Mykonos adasına gideceğimiz feribota bindiğimizde, Yunan anakarasındaki turumuzu da tamamlamış olduk. Yunanistan turundan sonra Yunan adalarını gezip Kuşadası’ndan Türkiye’ ye geçeceğiz.
Yunan adaları kısmını ayrı bir başlık altında anlatacağım.
yine düştük yollara
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder