Buğday Derneği 'nden Güneşin Aydemir , yarasaları, yere inememiş, ışığı tanıyamamış bu memelilerin hassas dünyasını anlatıyor:
.
Dupnisa Mağarası, yarasalar için büyük önem taşıyor.Küçük fare kulaklı yarasa, mağaranın sakinlerinden..
Çatısı henüz kapanmamış küçük bir ahşap kulübe yapıyorduk. Üstünü de güneşin yakıcı alevinden korunmak için geçici olarak kıl bir yaygı ile örtmüştük. Gün akşama dönünce yaygıyı kaldırdı Victor, daha doğrusu savurdu şöyle bir. Hayal misali bir yaratık uçuverdi, uçuverdi, geldi Victor'un bacağına tutundu. İncecik parmaklarıyla bir çocuk gibi sımsıkı sarılmıştı. O kadar narin ve sevimliydi ki hareketsiz duruyordu Victor, ben de eğilmiş epey bir tezahüratta bulunmuştum. Gören Victor'un bacağını incelediğimi sanabilirdi, nereden bilecekti ki orada küçük bir yarasa var ve ona bakıyorum...
Kanatları yumuşacık, kadife gibiydi. Kafası ufacıktı ve yan duruyordu. Elleri, parmakları ve tırnakları çok belirgindi. Gecenin yaratığı olduğu her halinden belliydi. Yavru bir canlıydı. Belki de orijinal büyüklüğü ve ifadesi böyleydi, aslında yetişkin bir yarasaydı. Ama tıpkı bir yavru gibiydi işte. Evrimin bir noktasında kalmış gibiydi. Yere inememiş, ışığı tanıyamamış bir memeliydi. Zeytinliğimizdeki zeytin sinekleriyle besleniyordu ve bu nedenle de onu ayrıca seviyorduk. İyi ki vardı ve iyi ki buradaydı. Sıkılmış olmalı ki, birden uçup gitti...
Dupnisa'nın Yarasaları
Yarasaların ilginç bir yaşamı vardı, bunu biliyordum. Doğal Hayatı Koruma Derneği'nde çalıştığım dönemde, 2001 yılı olabilir, tesadüfen sekreterin telefonda şu cümleleri söylediğini duydum.
'Evet ama beyefendi, biz yarasalarla ilgilenmiyoruz, yani kuş olsa neyse, uçuyor ama kuş değil ki...'
Kaynar su başımdan aşağıya boşaldı. Nasıl oluyor da ilgilenmiyoruz? Yarasalar ne zamandır doğal hayatın dışında sayılıyor ki biz onlarla ilgilenmiyoruz? Ona telefonu vermesini söyledim:
'Kusura bakmayın, buyurun sizi dinliyorum, sorun nedir?'
Karşımdaki ses biraz afalladı ama nihayet derdine derman olabilecek birine ulaştığı için de memnundu tabii.
'Ben Boğaziçi Üniversitesi'nin mağara araştırma grubundanım' diye söze başladı. 'Bizim sürekli gidip antrenman yaptığımız bir mağara var İğneada'da; Dupnisa Mağarası. Burada birçok yarasa yaşıyor ama mağarayı turizme açacaklarmış, o nedenle içinde inşaat yapıyorlar.'.
'Peki söyler misiniz, bu yarasalar hangi tür, sayıları ne kadar, nasıl bir turizm?'
Bir dedektif gibi soru soruyordum, o da cevaplıyordu.
'Bu, ender türden bir mağara. İçinde dere akıyor. Sulu ve kuru galerileri var, gerçekten tam bir doğa harikası. Yarasalar da sanırım iki türden ve çok sayıda, yani hocamız ‘Doğu Avrupa'nın en önemli mağarası' diyor.'
'Sizin hoca?'
'Boğaziçi Üniversitesi Çevre Bilimleri Enstitüsü'nden Andrezj Furman, kendisi yarasa uzmanıdır.'
'Tamam ben ilgileneceğim, sizi ararım' diyerek telefonu kapattım.
Önce Andrzej Furman ile görüştüm. Konu bir dilekçe ile yetkili mercilere bildirildi ve inşaatı durdurma ve bilirkişi ziyareti yapma kararı alındı. Sonra ben, Furman ve Kültür Bakanlığı yetkilileri birlikte mağaraya gittik. Mağarada on binlerce yarasa tavana yapışmış, aşağıya doğru sarkmıştı. Gerçi inşaat durmuştu ama bize mağarayı göstermek için bir jeneratör ışık yaktılar. O an Furman çıldırdı:
'Yarasalar şu anda kış uykusunda, metabolizmaları neredeyse durmuş vaziyette. Normal şartlar altında sürekli beslenmeleri gerekir, çok uzun zamandır beslenmeden bu şekilde uyuyorlar. Mağaradaki en ufak bir ısı-nem değişikliği onlara kış uykusu bitti mesajı verir ve kıpırdanmaya başlarlar.'
Nitekim kıpırdanmaya başlamışlardı bile. Furman bir sismograf gibi, az sonra olacak bir depremi haber veriyordu sanki.
'Kıpırdanınca da yere düşerler ve hiç enerjileri olmadığı için bir daha kalkamazlar, tekrar uyumaya devam edemezler, hepsi bir anda ölmeye başlar. Siz deli misiniz, ne yaptığınızın farkında mısınız?'
Sesi gittikçe sinirlendiğini gösteriyordu ve gerçekten de önümüze iki yarasa düşüverdi.
Ben gözlerime, kulaklarıma, etrafımda olanlara inanamıyordum. Üzerinde durduğum beton platforma da inanamıyordum. Üst mağara ile alt mağarayı birleştirmek için yapılan merdivene de, mağara boyunca döşenen aydınlatma elemanlarına da inanamıyordum. Hızla mağarayı terk ederken inşaat ekibinden biri, benim hayret ve tiksinti ile beton dökülmüş tabana baktığımı yakaladı ve bir açıklama yapma gereği duydu:
'Tabii efendim, şimdi bu yol böyle kalmayacak, yani bittiğinde taş döşenmiş olacak, siz de inanamayacaksınız, çok güzel olacak, doğal görünecek.' Ben zaten inanamadığımı, inanamamam için daha fazla şey yapmalarına da gerek olmadığını söyledim.
Ama o açıklama yapmaya istekliydi:
'Yani işte mağaranın taşlarından kullanacağız, aynen mağara gibi olacak.'
Bunları sırıtarak söylüyordu. Karşımdaki insanın gerçekten insan olup olmadığını merak ediyordum, yoksa az sonra elini çenesine götürecek ve yüzünün üzerindeki deriyi sıyırarak bana gerçek yüzünü mü gösterecekti? Yoksa vampir miydi? Bir yarasa vampiri. Evet, yarasa kanıyla beslenen bir vampir olabilirdi...
O ziyaretin sonucunda mağara doğal sit ilan edildi ama sonra sit derecesi düşürüldü diye hatırlıyorum.
Konuyu uluslararası platforma da taşıdım, yarasa uzmanlarıyla konuştum. Onlara raporları gönderdim, onlar da Bern Sözleşmesi sekreteryasında bir dosya açılması için lobi yapmaya karar verdi. Bunu Çevre Bakanlığı'na ilettim. Eğer bir dosya daha açılırsa çevre karnesine bir düşük not daha gelecekti. Zaten Caretta caretta'lar nedeniyle durumumuz parlak değildi. İşe yaradığını söyleyebilirim. Atlas'ta da bir yazı çıktı hatta o dönemde.
Dupnisa Mağarası'na epeydir gitmiyorum, uzun zaman oldu hatırını sormadım. Belki birlikte gideriz bir ara. Kim bilir?
İşte yarasaların öyküsü budur bendeki.
Yazı: Güneşin Aydemir / Atlas Şubat 2010, Sayı 203
Yeşil Atlas
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder